Uzlaşı Kültürü



Author: Prof. Dr. İsmail Albayrak - min read. - Post Date: 02/05/2024
0

Kelime kökü olarak silm’den (barış) gelen İslam’ın en çok değer atfettiği kavramlardan birisi de musalaha’dır (uzlaşı). Sulh kelimesinden türeyen musalaha’nın semantik haznesi oldukça zengindir.

Uzlaşı Kültürü

Prof.Dr. İsmail Albayrak

Kelime kökü olarak silm’den (barış) gelen İslam’ın en çok değer atfettiği kavramlardan birisi de musalaha’dır (uzlaşı). Sulh kelimesinden türeyen musalaha’nın semantik haznesi oldukça zengindir. Öncelikli olarak ‘barış,’ ‘anlaşma,’ ‘uzlaşı’, ‘iyi iş’ anlamlarına gelen musalaha kelimesi yapısı açısından devamlı iki ve daha fazla tarafın varlığını zorunlu kılar. Türkçemizde bazı teknik tabirleri göstermek için kullandığımız sulh kökünden türeyen ıstılah tabiride bir kelime üzerindeki toplumsal ‘anlama’ uzlaşısını ifade etmektedir. Şayet aynı dili konuşan insanlar arasında kelimelere atfedilen manalarda bir uzlaşı yoksa kavram kargaşasının yaşanılması kaçınılmazdır. Bu nedenle mutlu ve huzurlu bir yaşam için hem bireysel hem de toplum ve toplumlar arası düzeyde musalaha ve sulh (uzlaşı) en hayati düsturlardır.

 

Sulh ve musalahanın karşıtı ise fesat, ifsat ve seyyiedir (kargaşa, kaos, kötülük, anlaşmazlık ve fitne). Sulhun ve musalahanın bizzat kendisi olan yüce dinimiz İslam’ın evrensel hitabı Kur’an’ı Azimüşşan’da bu hakikatı ifade eden çok sayıda âyet-i kerime vardır. Kur’ân-ı Mubîn ısrarla insanlara ferdî ve ictimaî hayatlarında uzlaşı kültürünü yerleştirmeyi, bozgunculuğu, kötülüğü, insanların zaaflarından istifade ederek onları bir ticaret malı haline getirmemeyi bizlere öğütlemektedir. Kainatın Sahibi, yarattığı varlıklar arasında mükemmel bir nizam ve intizam koymuştur, bu ahengi bozmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Şayet bu tür bir bozgunculuk yaşanmışsa, evvel emirde bu konuda uzlaşı adına ilk hareket etmesi gereken de yine Allah’ın yarattığı en kerim varlık olan insan olmalıdır. Kur’an-ı Kerîm açısından meseleye bakıldığında ıslah ve musalaha (uzlaşı yolları bulma) insanların gerçek manada varlık gayeleridir. Bakara suresi 224. âyette Yüce Yaratıcı şöyle buyurmaktadır: ‘Bir de Allah adına yemin ederek; iyilik etmeye, günahlardan uzak durmaya ve insanların arasını düzeltmeye (uzlaştırmaya) O’nun adını engel yapmayın. Allah hakkıyla işitir ve bilir.’ Kur’an-ı Kerim insanın hem kendi, hem çevresi, hem de diğer insanlarla uzlaşı içerisinde yaşamasını gösteren en önemli rehberimizdir.

 

Bağlam açısından eşler arasındaki anlaşmazlıklarda uzlaşının önemini belirten bir ayeti kerimedeki ifadeler dikkate şayandır: (4.128) ‘Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Uzlaşı, elbette en hayırlı olandır (es-sulhu hayr)...’. Enfal suresinde gecen bir başka ayeti kerimede de Peygamber Efendimiz (s.a.s) (8:61) ‘Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a (cc) güven. Çünkü Allah (cc) Semîdir, Alîmdir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir)’. Ayette geçen silm (barış) ifadesini hemen hemen bütün müfessirler sulh (uzlaşı) olarak tefsir etmişlerdir. Allah (cc), barış ve uzlaşının temini için gayret sarfeden kimseleri Kur’an-ı Kerim’de sıkça müjdelemekte ve söz konusu fedakar insanların ecrini zayi etmeyeceğini buyurmaktadır (7:170). İnsanların dini, millî, kültürel ve coğrafi farklılıkları İlahi İrade’nin muradının bir parçasıdır. Bu farklılıklarla donatılmış küremizdeki asayişi Yüce Yaratıcı uzlaşı şampiyonlarının omuzlarına yüklemiştir: ‘Rabb’in içlerinde uzlaşı ve barış için didinen kimseler oldukça memleketleri helak edici değildir’ (11.117).

 

İnsanlık tarihinin gerçek anlamdaki muslihleri (uzlaştırıcıları) Peygamberlerdir (as). Onlar, uzlaşının bir emniyet alanı olduğunu, toplumsal mutluluk ve refahın bu tür bir uzlaşı ile gerçekleşeceğini en iyi bilen seçkin kimselerdir. Bu nedenle hayatları boyunca sebat ve metanetle uzlaşı kültürünün yerleşmesine çalışmışlar ve çevrelerindeki insanlara da bu mukaddes vazifeye katkı yapmak için aralıksız tavsiye ve teşviklerde bulunmuşlardır. Adaletin güçte değil hakta bulunduğunu, huzur ve sukûnun temininde toplumsal uzlaşının ne kadar hayati bir yer işgal ettiğini, bu sebeple de kendilerine bakan yönüyle uzlaşının sağlanması adına ciddi ferağat ve fedakarlık gösteren Peygamberân-ı izâm, kelimenin tam anlamıyla ehlu’s-salâh ve’l-ıslâh (barış ve uzlaştırıcı) olmuşlardır. Güçlüyken de zayıfkende birlikte huzur içinde yaşamanın yollarını arayan bu seçkin kimseler, toplumda bu gayretlerinden dolayı güvenin en yüksek seviyedeki temsilcileri kabul edilmişlerdir. Onlar geçmişte kendilerine, toplumlarına yapılan yanlışlıkları, aşırılıkları ve kötülükleri de toplumsal huzur ve uzlaşı, mutlu ve huzurlu yarınlar adına âlicenaplıkla affetmeyi ya da unutmayı en iyi idrak eden ve hayatlarına tatbik etmişlerdir. Daha da önemlisi, güzel günler için oluşturulacak huzur adacıklarının hatırına kin ve nefreti bir çırpıda luğatlerinden silen ve engin hoşgörüleriyle hem cinslerine devamlı güzel örnek ve rehber olmuşlardır.

 

Uzlaşı kültürünün yerleştirilmesi açısından incelendiğinde herbirinin hayatının ayrı bir zenginlik ve temsille dolu olduğu görülecektir. Neredeyse bir milenyuma yakın bir zaman diliminde kavminin ıslâhı için çalışan Hz. Nuh (as)’dan Hz. İbrahim (as)’a ve ondan da belki hayatı boyunca huzur ve sukûnu bozmak isteyen milletiyle mücadele eden Hz. Musa (as)’a ve daha sonra gelen sayılarını bilmediğimiz binlerce Peygamber (as) sabırla uzlaşı yolları aramışlardır. Onlar, yaşadıkları toplumda hep mazlum ve mağdurların yanında olmuş ve bu kimselerin yeniden hayata bağlanmasını, yaşam standartlarını insani seviyeye çıkarma çabası içinde didinmiş durmuşlardır.

 

Peygamberlik zincirinin son halkasının hayatı da hep bu çerçevede geçmiştir. O’nun (s.a.s) daha bi’setten önce yaşadığı toplumdaki haksızlık, zulum ve adaletsizliklere karşı aldığı uzlaşmacı tavır çok iyi bilinmektedir. Nebiler Nebisi bir zaman Kureyş kabilesi üyelerinin Mekke’deki konumundan ve saygınlığından dolayı Abdullah b. Cud’an’ın evinde toplandığını ve artık ne yerli halktan birilerinin ne de dışarıdan gelen kişi ya da grupların mazlum durumuna düşürülmemesi üzerine anlaştıklarını, herkesin birbirlerine söz verdiklerini, bu anlaşmaya ‘erdemli kişilerin anlaşması’ anlamını taşıyan hilfu’l-fudûl adının verildiğini kaydeder ve sözlerini şöyle tamamlar: ‘Ben bu faziletli anlaşmaya şahit oldum ve benim için toplumda hak ve hukuka bina edilmiş bir uzlaşı zemini içinde yaşamak kıymetli kırmızı develerden çok daha sevimlidir. Şayet şu an (İslam’ın hükümferma olduğu bir dönemde) böyle hayırlı bir anlaşmaya çağrılsam hemen icabet ederdim.’[1] Tarihin kaydettiği bu hayırlı anlaşmanın meşhur müfessir Zemahşeri’nin Esrâru’l-Belâğah isimli eserinde kaydettiği gibi bir adı da Salâh (uzlaşı) olan Mekke’de gerçekleşmesi tesadüf olmasa gerektir.

 

Terbiyesini Fahrikainat Efendimiz’in (s.a.s) hanesinde alan Hz. Hüseyin (r.a.)’ın, dönemin Medine valisi tarafından yapılan yanlış bir uygulamaya karşı hemen tavır alması konuyla ilgili başka bir örnektir. Hz. Hüseyin (ra) valinin yanına gider ve ona bir an evvel yaptığı hatadan geri dönmesi için şöyle hitap eder: ‘Şimdi insanları hilfu’l-fudûl anlaşmasına çağırmak için Allah Rasulü’nün mescidine gidiyorum.’ Hz. Hüseyin’in valiye karşı söylediği sözleri işiten Abdullah b. Zübeyr (r.a.)’ın da böyle bir çağrı karşısında uzlaşı sağlanıncaya kadar mazlumun yanında yer alacağını ilanı dönemin Medine valisini derinden etkilemiştir. Uzlaşı tercihi konusunda Peygamber varislerinin sorun çözmede gösterdikleri kararlılıkları karşısında valiye musâlahayı seçmekten başka tercih kalmamıştır.[2]

 

Birarada barış içerisinde yaşama azmi ve uzlaşı kültürünün toplumun her bir katmanına yerleşmesinin sağlanması konusunda herhalde ‘Mekke’nin fethi’ üzerinde durulması gereken yaşanmış en can alıcı örnektir. Peygamber Efendimizi (s.a.s) evinden yurdundan eden Mekkeli müşrikler, O’nu (s.a.s) Medine’de de rahat bırakmamışlar, büyük ordular organize ederek üç defa üzerine yürümüşlerdir. Mekke’de müslümanlara yaptıkları eza ve cefalar yetmemiş gibi Medine’de de her fırsatta hayatı onlara dar etmeye çalışmışlardır. Ve yıllar sonra ve-tilke’l-eyyâm nudâviluhâ beyne’n-nâs ‘İşte o günleri biz insanlar arasında devrettirip dururuz’ hükmünce Cenab-ı Hakk’ın izn ve inayetiyle Allah Rasûlü (s.a.s) horlandığı, hakaret edildiği, suikaste maruz kaldığı ve sonunda terketmek zorunda kaldığı Mekke’ye muzaffer olarak geri döndü. Mekke halkı endişeli endişeli beklemedeydiler. Rasulü Ekrem (as) bütün Mekkelilere ‘kim evinde kalırsa güven içindedir, kim Ebû Sufyân’ın evine giderse güven içindedir, kim Ka’be’ye girerse güven içindedir’ şeklinde fermanda bulunarak insanlara teminat verdi. Hadisenin detayları pek çok hikmeti içerisinde barındırmaktadır fakat konumuz açısından önemli bir iki noktaya dikkatleri çekmek istiyoruz. Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden pek çoğu Ka’be’ye sığınmışlar ve merakla Efendimiz (s.a.s)’in ne yapacağını beklemekteydiler. Nebiler Sultanı Ka’be’ye girer girmez iki rekat namaz kılar, Cenab-ı Hakk’a hamd u senâda bulunur, sonra etrafında kendilerine ne yapılacağını merakla bekleyen Mekkelilere dönerek sorar: ‘Size ne yapacağım hakkında ne söylüyor ve ne düşünüyorsunuz (zannediyorsunuz)?’ Mekkeliler adeta hep bir ağızdan ‘Senin (s.a.s) hakkında hayır söyler ve hayır düşünürüz ey cömert ve kerim kardeş, cömert ve kerim kardeşin oğlu, hüküm verdiğin zaman merhamet, lutûf ve afv u safh ile hüküm verirsin’ derler. Bunun üzerine Efendimiz’in (s.a.s) mubarek ağzından onlara uzlaşı kültürü adına tarih sayfalarına altın levhalarla yazılacak olan şu sözler dökülür: ‘Ben, kardeşim Yusuf’un (as) dediği gibi

لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ diyorum:

(12.92) ‘Yusuf şöyle cevap verdi: «Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Ben hakkımı helâl ettim Allah da sizi affetsin. Çünkü merhamet edenlerin en merhametlisi O’dur (cc).’ Kendisiyle birlikte yeni bir sayfanın açıldığını bu nedenle cahiliye döneminde işledikleri hata ve suçların hepsinin ayakları altında olduğunu ve hükümlerinin kalmadığını belirtir. Daha sorada herkesin Hz. Adem’den geldiğini ve Adem’in de topraktan yaratıldığını vurgulayan Allah Rasûlü (s.a.s), cahiliyyedeki insanların atalarıyla ilgili anlamsız övünmelerini yerer ve tek gerçerli akçenin takva olduğunu hatırlatarak sözlerini bitirir.[3]

 

Mekke Fethi ve sonraki olaylar, son yüzyıllarda yaptıkları ve acıları hala dinmeyen hataları, günahları ve cürümleri telafi etmek isteyenler için oldukça zengin bir ilham kaynağı hüviyetindedir. Mekke fethi, kin ve nefretin söndürüldüğü, zalim ve mazlumun peygamberâne bir tavırla arasının bulunduğu, içten bir ülfetin ve yakınlığın inşâ edildiği gerçek bir zaferdir. Kur’anî ifadeyle belirtecek olursak Mekke fethi, uzlaşının tercih edilmesi ve şeytan’ın tuzağına düşülmemesinin başvurulacak tek adresidir: (2:208) ‘Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.

 

Hatta söz konusu uzlaşıyı Mekke fethi esnasında yakalayamayan ve zafer sonrası oradan kaçan geleceğin büyük sahabeleri Safvân b. Umeyye ve İkrime b. Ebî Cehl’in, Efendiler Efendisiyle musalahası hatırlatılmaya değer bir noktadır. Umeyr b. Vehb, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) yanına gelerek Safvân’ın kendi toplumu arasında saygınlığının olduğunu ama şimdi korkusundan Cidde’ye oradan da deniz yoluyla Yemen’e geçeceğini belirttikten sonra, Safvan için affedilme, bir uzlaşı zemininin olup olmadığını sorar. Bunun üzerine sevgi Peygamberi Rasûlü Ekrem (s.a.s) ona tereddütsüz emân verir. Umeyr, Allah Rasûlün’den (s.a.s) gelen bu emân için bir de emâre (delil) ister. Nebiler Sultanı (s.a.s) Mekke’ye muzaffer olarak girdiği sarığını hiç tereddüt etmeden Umeyr’e verir ve onu Safvân’a vermesi için tenbihte bulunur. Safvân’da bu âlicenaplık karşısında kemâl-i huzurla Nebi’nin (s.a.s) yanına gelir teslimiyetini ilan eder. İkrime b. Ebî Cehl’in durumu farklı değildir. Eşi Ümmü Hakîm müslüman olur olmaz soluğu Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.s) yanında alır ve hiç vakit kaybetmeden eşi hakkında O’ndan (s.a.s) eman ister. Şefkat Sultanı (s.a.s) Hz. Safvan’a verdiği emânı Hz. İkrime’ye de verir.[4] Bütün bu uygulamalar Allah Rasûlü (s.a.s)’in insanlara artık serbestsiniz (entumu’t-tulekâ)[5] buyururken ne kadar samimi ve içten dediğini, toplumsal huzur ve saadetin karşılıklı güvene bağlılığını ve kendisinin bu güveni verdiğini, sonraki yıllarda da kendilerine uzlaşı yolu açılan insanların, Nebi’nin (s.a.s) verdiği teminatı zâyi etmedikleri açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Özetle uzlaşı karşılıklı itimadın ve samimiyetin fiillere aksetmesi demektir ki biz en güzel örneğini insanlığın İftihar Tablosu’nda (s.a.s) görüyoruz.

 

Bu süreçte dikkat çeken bir başka uzlaşı örneği ise Efendimiz (s.a.s) ile Hz. Vahşi’nin arasında geçmektedir. Efendimizin amcası Hz. Hamza’nın (r.a.) şehadetine sebep olan Vahşi, Taif seferi sonrası müslüman olduğunda Rasûlullah’ın (s.a.s) huzuruna gelir. Rasulü Ekrem (s.a.s) amca katilini nazikçe karşılar ve Vahşi’den kendisine amcasını hatırlattığından dolayı fazla görünmemesini rica eder.[6] Kaynaklarımızın hiç birisinde Efendimiz’in (s.a.s) amcasını öldürdüğü için Hz. Vahşi’ye karşı en küçük bir olumsuz yaklaşım kaydedilmemiştir. Bu medeni uzlaşı zemini bir taraftan genç müslüman topluma yeni insanlar kazandırırken, eski kırgınlıkların da üzerlerine kalın bir çizgi çekmiş ve var olan sosyal barışın canlılığına canlılık katmıştır.

 

Sulh ve musalaha (uzlaşı) kelimelerinin Arapça semantik haznesinde yatan bir anlamda, Ebû Muslim el-İsfehânî’nin de işaret ettiği gibi, sadece sözde kalmayıp bizzat uygulamaya yansımasıdır.[7] Başka bir ifadeyle iyi niyet ve sözel beklentilerden ziyade fiili uygulamalar ayrı bir önem arzetmektedir. Allah Rasûlü’nün hâne-i saadetlerinin önünde tartışan iki hasımla karşılaşıyoruz. Bunlardan birisi hiç uzlaşmaya yanaşmaz ve yemin ederek hakkını alıncaya kadar kesinlikle geri adım atmayacağını belirtiyor. Odasından hemen dışarıya çıkan Peygamber Efendimiz (s.a.s) yeminin sahibine dönerek ‘maruf (iyilik) yapmamak üzere yemin eden kimdir?’ şeklinde sorgulayıcı bir ihtarda bulunur. Sadece muteber hadis kitaplarındaki kitâbu’s-sulh ya da bâbu’s-sulh (barış ve uzlaşı bölümleri) başlıklarına bakılsa Fahri kainat efendimizin bu doğrultuda gösterdiği gayretlerin kemiyet ve keyfiyeti hakkında bir nebze dahi olsa bilgi edinmek mümkündür. Bir başka seferinde O’nu (s.a.s) Amr b. Avf oğullarının bulunduğu yerde ortaya çıkan bir anlaşmazlığı uzlaştırırken görüyoruz. Taraflar arasında problem olduğunu duyunca derhal oraya giden ve göz bebeği kabul ettiği namazının bir miktar gecikmesi pahasına uzlaşma zemininin tesisini Cenab-ı Hakk’ın izn ve inayetiyle sağlayan Allah Rasûlü (s.a.s) konuyla ilgili kendine düşen bütün özveriyi fiili bir şekilde ümmetine göstermiştir.

 

Efendimizin rahle-i tedrisinde yetişen sahabelerden de O’nun (s.a.s) uygulamalarından farklı bir pratik her halde beklenemezdi. Konuyla ilgili ifk (iftira) hadisesi çerçevesinde Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın tutumunu gösteren güzel bir örneği hatırlatmakta fayda vardır. Malum olduğu üzere Müstalik oğulları üzerine düzenlenen bir sefer dönüşü Hz. Aişe (rah) validemiz konakladıkları bir yerde gerdanlığını kaybeder. Onu bulmak için ordugâhtan ayrılır, döndüğünde ise ordunun çoktan hareket ettiğini görür. Allah Rasûlü (s.a.s) ise arkada sadece ordu artçısı olarak Safvân b. Muattal bırakır. Hz. Safvân hiç konuşmadan validemizi atına bindirir ve ipinden çekerek onu orduya yetiştirir. Fakat bu olayı, Medine’de oturan ve uzlaşı kültürü yoksunu, sadece kendi menfaat ve rahatlarını düşünen, kaostan beslenen pek çok münafığın Efendimiz’e (s.a.s) ve inananlara saldırmak için bir fırsat olarak değerlendirirler. Cenab-ı Hakk, kulu ve elçisi Hz. Muhammed (as)’a gönderdiği vahiyle hem annemizin masumiyetini ilan eder hem de Efendimiz’le birlikte bütün müslümanlara olayın perde arkasını gösterir.[8] Bu hadiseyle ilgili Nûr suresinde geçen başka bir ayeti kerime konumuz açısından bizim için ayrı bir öneme sahiptir. Münafıklar Medine’de konuyla ilgili ortalığı velveleye verirken bazı sâf ve gâfil insanlarda onların bu asılsız şamatalarına itibar ederler. Bunlardan birisi de Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın teyze oğlu Mistah b. Esâse’dir. Mistah, bütün iâşesini Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın verdiği sadakayla karşılayan fakir bir insandır. Hem akrabalık hem de düzenli olarak alınan maddi manevi yardımdan sonra Mistah’ın münafıkların dedikodularına kulak asması, Hz. Ebû Bekir efendimizi çok üzer ve bir daha Mistah’a her hangi mali bir yardımda bulunmayacağına dair yemin eder. Bunun üzerine Nûr suresi 22. âyetinin nâzil olduğu nakledilir: ‘İçinizden fazilet ve imkân sahibi olanlar, akrabalara, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler! Affedip müsamaha göstersinler. Siz de Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten Ğafûrdur, Rahîmdir (çok Affedicidir, Merhamet ve İhsanı boldur).’ Bu ayetle birlikte Hz. Sıddık (r.a.) ‘Evet Ya Rabbi! Senin Adına yemin olsun ki biz Senin (cc) bizi affetmeni istiyor ve diliyoruz.’ der ve sonra da Mistah’a dönerek bir daha kesinlikle nafakasını kesmeyeceği konusunda ona teminat verir.[9]

 

 Uzun süren iç savaşların durdurulması ve bir uzlaşı ortak alanının oluşturulması için halifelik gibi büyük bir payeden ferağat eden Nebi (s.a.s) torunu Hz. Hasan (r.a.), arkasında ciddi bir desteğin olmasına rağmen Şam’a kadar gider ve Hz. Muaviye (r.a.) ile barışır. Hz. Muaviye’nin aşırı ısrarı üzerine Şam’da hutbeye çıkarak niçin böyle bir anlaşma ve uzlaşı içine girdiğini açıklayan Hz. Hasan (r.a.) adeta yıllar önce Dede’sinin (s.a.s) ‘bu benim torunum (ibnî hâzâ) Hasan seyyid’dir. Allah (cc) onun eliyle iki büyük topluluğu uzlaştıracaktır’[10] mucizevi sözünü gerçekleştirerek uzun zamandır akan müslüman kanının durmasını sağlamıştır. Abdullah b. Zubeyr (r.a.)’ın mağduriyeti ve mazlumiyeti herkesin malumudur ama bu büyük kâmet, İbn Ebî Şeybe’nin Musannaf’ındaki bir rivayetten anladığımız kadarıyla namazlarında kunût yerine sulh ve ıslâh buutlu duaları yapmayı tercih edecek kadar geniş gönüllü ve inanan insanların uzlaşma zemininde birbirleriyle barış içerisinde yaşamasını Mevla-i Müteâl’den istemektedir.[11] Bu duygu, düşünce ve pratiğin bulunduğu yerlere de büyük muhaddis Abdurrezzâk’ın kaydettiği gibi ardu’s-sulh (barış ve uzlaşı diyarı) denilmektedir.[12] Yalanın her türlüsünü kınayan ve yasaklayan İslam, yine uzlaşı kültürü, kalplerin telifi, ülfet ve dostluğun devamı, özellikle evli çiftlerin aile saadetlerinin korunması adına söz ve fiillerdeki küçük modifikasyonları bile tecviz etmektedir.

 

Özetle, uzlaşı zemini arama çaba ve gayretleri sulhun ve selâmetin temsilcileri için zaruridir. Yukarıdaki örnekler de açık bir şekilde gösterdiği gibi bu müslümanların adeta varlık sebebidir. Orta yolun (sırât-ı müstakîm) temsilcileri olan orta ümmetin (ummeten vasatan) kaos ve kargaşaya, zulum ve mağduriyetlere nötr kalamayacağı, mazideki mesavileri de istikbaldeki huzur adına zaman ve zeminin müsaadesi nispetinde unutma civanmertliğini göstermesi, uzlaşı kültürü adına önemi aşikar bir mevzudur. Zaten uzlaşı olmazsa, toplum içindeki mağdur ve mazlum fertlerin hasımlarına karşı beslediği kin ve nefret hiç bir şekilde söndürülemez. Huzurun bir başka adı olan hoşgörünün tesisi içinde uzlaşı hayati bir öneme sahiptir. Kırgınlıklar, cidâl ve kavga ise uzlaşı karşısında muslihler tarafından giderilmeyi bekleyen en büyük engeldir. Konuyu teberrüken Kur’ân-ı Kerîm’de Ahlâk suresi olarak bilinen Hucurât suresinin bir ayetiyle noktalayalım: ‘İnananlar ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz’ (49:10).



[1] Kurtubî, el-Jâmi’ li-Ahkami’l-Kur’ân, X.169

[2] Kurtubi, a.g.e. X.169

 

[3] Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, I.383

[4] Taberî, Târihu’r-Rusul ve’l-Mulûk, II.56

[5] Beyhakî, es-Sunenu’l-Kubrâ, IX.118

[6] İbn Abd el-Berr, el-İstîâb fî Ma’rifeti’s-Sahabeti, I.496

[7] Ebû Muslim el-İsfehânî, el-Mufredât, s-l-h maddesi

[8] Nur, 24:11 ‘O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur.Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır.O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nisbetinde cezası vardır.Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.’

[9] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, VI.31

[10] İbn Hacer el-Eskalânî, Fethu’l-Bârî, VIII.238

[11] İbn Ebî Şeybe, Musannaf, III.337

[12] Abdurrezzâk, Musannaf, V.188

Author: Prof. Dr. İsmail Albayrak - min read. - Post Date: 02/05/2024
0

Leave A Reply